Karantina günlerinde sergiler büyük bir hızla internet ortamına taşındı, sanal ortamda etraflarına pek çok yan etkinlik oluşturuldu; posta kutularımız online sergi ve müze gezileri haberleriyle doldu. Bu şaşırtıcı gerçeklikten yola çıkan Antalya Kültür Sanat, yeni söyleşi dizisinde kültür endüstrisinin en önemli bileşenlerinden biri olan sergi ve sergiciliğe odaklanıyor.
19. yüzyıldan bu yana, sanat eserlerinin, bir fikrin, bir konunun görselleşerek geniş kitlelere ulaşmasının en cazip ve yaygın aracı olan sergiler, günümüzde başlı başına bir sektör haline geldi. Sanatçılar, fikir sahibi ve/veya o fikri geliştirebilme kabiliyetinde olması beklenen sergi küratörleri, çoğu zaman bir danışma kurulu, küratörün fikrini mekâna taşıyan sergi tasarımcıları ve grafik tasarımcılar, müzeler, koleksiyonerler, arşivciler, tasarımcıların projelerini uygulayan marangozlar, demirciler, alçıpancılar, boyacılar, dijital baskıcılar, pleksiciler, kurdeleciler, multimedia üreticileri, eserleri teslim alan-teslim eden uzmanlar, fotoğrafçılar, sanat eseri nakliyecileri, sergi kurucular, sigortacılar…
Sergi açıldıktan sonra tanıtım videoları, rehberli sergi turları, gazete haberlerinin ve sosyal medya ‘beğeni’lerinin takibi, sergiden üretilmiş çocuk, genç, yetişkin atölyeleri, sergiden üretilmiş anı objeleri, geri bildirimlerden yeni eylem planları üretilmesi…
Ve elbette hiçbir zaman sınırsız olmayan zamanın ve maddi kaynakların doğru ve proje hedeflerine uygun yönetimi.
Antalya Kültür Sanat’ın ülkemiz kültür sanat dünyasında iz bırakmış önemli sergilerin küratör, tasarımcı, nakliyeci, fotoğrafçı gibi aktörleriyle, serginin derdi, düşünce ve malzeme üretim süreçleri, zorluk ve kolaylıkları, beklenen/ulaşılan başarıları, sürprizlerini konuşarak, sergiye galeriden, vitrinin dışından değil mutfağından bakmayı amaçlayan ‘Sergin mi Var, Derdin Var!’ söyleşi dizisinin ilk konuğu Suna ve İnan Kıraç Vakfı Kültür İşletmeleri Genel Müdürü M. Özalp Birol.
30 yıla yakın süredir, Yapı Kredi, Koç Topluluğu ve Suna ve İnan Kıraç Vakfı gibi kurumlar bünyesinde, diğer kültür projelerinin yanı sıra yüzlerce sergi projesi ile haşır neşir olan Özalp Birol ile kurumsal açıdan sergiciliği, değişen dünyada yeni sergicilik yaklaşımlarını, sergicilikte ‘uluslararası’ olmayı konuştuk ve geçen 30 yılda iz bırakmış sergilere ilişkin anıları tazeledik.
- Günümüzde kurumlar niye kültüre sanata yatırım yapıyorlar?
Bu yatırımın geri dönüş beklentileri kişiden kişiye kurumdan kuruma farklılık arz edebilir. Kişisel görüşüm kurumların bu alandaki girişimleri, kurumsal itibar denen unsurun 1980’lerin sonunda dikkatle irdelenmesi gereken bir alan olduğuna dair bir görüş birliği oluştuktan sonra başladı. O zamanki adıyla reklam ve hakla ilişkiler, bugünkü adıyla stratejik iletişimin ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı. Günümüz de kurumlar niye kültüre sanata yatırım yapıyorlar? Kurumsal itibarlarını pekiştirmek, eğer yok ise var etmek için. Var olanı biraz daha parlatmak için. Yapı itibariyle, kuruluşu itibariyle o alanlara daha yakın duruyorsa bu bir tercih sebebidir. Yoksa kültür sanatın dışında, sponsorluk mekanizması söz konusu olduğunda spor aktiviteleri, çevre koruma vb. bir çok alan bunulabilir. Ama kültür ve sanatın özel bir yeri var.
- Sizin de yöneticisi olduğunuz Pera Müzesi inanılmaz bir yere geldi. Türkiye kültür sanat dünyasında birçok ilki başarıyor. Yanı sıra, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü. Pera, pek çok sanatçıyı ve batıyı İstanbul’a ve Türkiye’ye taşıyan en önemli bir kurum. Pera’nın hikayesinden biraz bahseder misiniz?
Suna Kıraç’ın müze kurma arzusu bu işin temelinde yatan unsurların başında gelir. Pera Müzesi yüzde yüz Suna Hanım’ın arzusu. Eşi İnan Kıraç ve kızları İpek Kıraç’ın bir araya gelerek 2003 yılında kurdukları Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın bir fonksiyonu. Pera Müzesi, Haziran 2005’te vakfa ait binada kapıların açtı. Vakfa ait olan koleksiyonlardan kesitler sergilendiği gibi, yurt içinden yurt dışından değişik paydaşlarla işbirliği yaparak, Picasso’dan Goya’ya birçok kurumla işbirliği yaparak, özel müzecilik anlamında Türkiye’nin önde gelen, bilinen nitelikli kurumlarından birine dönüştü.
BU ORGANİZASYONLAR BİR TAKIM OYUNUDUR
Bunu nasıl yaptık. İyi takımlar oluşturarak yaptık. Neden koskoca otomotiv sektörünün duayeni olan İnan Kıraç ve iş dünyasının bir kadın ikonu olan Suna Kıraç ve kızları, dünyanın parasını bu gibi işletmelere versinler?
Burada sponsorluk değil de, sanat patronluğu müessesi çıkıyor ortaya, yani ismin itibar kazanması için kültür ve sanat yoluyla kamuya bir şeyler verebilmek ve yıllar boyu oluşturdukları koleksiyonları geliştirerek kamuyla paylaşmak.
Tabi bu koleksiyon sadece bir nesne değil, onun bir takım içerdiği anlamlar değerler var. Biz yaptığımız sergilerle sözlü etkinlikler yayınladığımız kataloglarla bunları insanlara vermeye çalışıyoruz aslında.
Bu tek başına bir koleksiyon, resim değil, altında başka şeyler ver. Kütahya çini ve seramiği çanak çömlek değil. Anadolu ağırlık ve ölçüleri metal bir takım parçalar değil. Oryantalist resim koleksiyonu sadece resimler değil. 130 bine yakın fotoğrafın yer aldığı fotoğraf koleksiyonumuz bizim için çok kıymetli. Dolayısıyla bu bir takım oyunu. Biz bunu iyi oynuyoruz. Şu ana kadar iyi oynadık.
Farklı kuşaklardan arkadaşlarımız var. Ama kuruluşlar önemlidir. Temeli sağlam olursa, o zaman müessese daha sağlıklı büyür. O bakımdan rahmetli Sami Rıfat’ın hem benim için hem de kendisiyle çalışma şansı bulan diğer arkadaşlarım için bizim yapılanmamızdaki entelektüel altyapının oluşturulması bağlamında katkıları çok büyüktür. Diğer taraftan yine İstanbul Araştırmaları Enstitüsü kurulma sürecinde bugün danışman hizmet veren Ekrem Işın’ın çok değerli katkıları vardır.
- Bugüne kadar çok sayıda önemli projeye imza attınız. Sizde iz bırakan sergi ya da sergiler hangileri? Bu sergilerin ortaya çıkış öyküsünü anlatır mısınız?
200’ün üzerinde sergi projesini hayata geçirdik. Bunların içinde en tipik olanı Bellini sergisidir. Fatih Sultan Mehmet’in portresini yapan o dönemin büyük ustası Bellini’nin sergisini yapmak fikri 1998 yılının sonunda icra kurulu toplantıları yaparken Enis Batur’un aklına gelmişti.
O sırada Enis bunu söylemeden iki gün önce ben National Gallery’nin o zamanki genel müdürünün Time dergisinde bir yazısını okumuştum. Aslında hukuk eğitimi almış İskoçyalı bir sanat insanı olan Niel Mc Gregor’dan bahsediyordu. O yazıyla çok ilgilenmiştim. Allah yaptırdı sanki, adamın iletişim detaylarını bir kenara not etmiştim. Enis orada bunu söyleyince o toplantıda insanlar doğal olarak Türkiye’nin durumu belli, “daha doğru dürüst müzelerimizi kurmadık kim verecek bize Fatih’in resmini Bellini’nin portresini” falan. Gençliğin verdiği ataklıkla ben atlayıverdim “ben onu alırım” diye. Hatta o heyecanla müsaade isteyip toplantıdan çıktım. Notlarımı karıştırdım telefonla Londra’yı aradım adama ulaşmak için. Sekreteryasına not bıraktım. Akabinde bir nazik mektup yazıp Yapı Kredi Kültür Sanat nedir anlattım. Serginin ana hatlarını yazdım. Bir karton koliye Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık AŞ’nin sergi kataloglarından seçki yapıp Londra’ya gönderim. Bu iş öyle başladı.
İlk olumsuz cevap aldık. “İlginize teşekkür ederiz, şahane bir kurumsunuz güzel şeyler yapmışsınız. Ancak bu İngiltere’de roadshow olacak, sergilerde bu resimde yer alacak onun için veremeyiz.”
Açıkçası bozuldum. Zannediyorum 10 – 15 gün sonra kişisel bir Londra seyahatim vardı. Yıllık iznimi kullanacaktım. Londra’ya gittiğimde National Galery’i aradım Niel McGregory’i görmek istedim. Londra dışındaymış, bir üst düzey küratörle tanıştırdılar. Adamın adı Nicholas Peny.
Bu serginin bizim için ne kadar önemli olduğunu anlattım.
Bir dilekçe yazmamı, İstanbul’a dönünce resmi mektupla bir kez daha başvurmamızı istedi.
Bunları yaptık. Ülkemizin ve Osmanlı tarihinin önemli bir eseri olduğu için haklı olarak çekinmiş olabilirler. Devlet tarafından bu esere el koyulmayacağına dair bir garanti istediler. İmdadıma Enis Batur yetişti. Enis Batur dönemin Dışişleri Bakanı rahmetli İsmail Cem’i çok iyi tanıyordu. İsmail bey sağolsun son derece aydın kültürlü bir insan, ne demek istediğimizi anladı ve anında reaksiyon verdi. Bu belgeyi aldık ve İngiltere’ye gönderdik. “Eseri veriyoruz” dediler.
FATİH, 519 YIL SONRA İSTANBUL’A DÖNDÜ
Sergiyi bir ayda 30 bin kişi gezdi. Gazeteler televizyonlar büyük ilgi gösterdi. Bu serginin oluşmasında genel müdüründen çaycısına kadar hemen herkesin katkısı var. İyi bir takım oyunu oynadık.
2019 yılında Prof. Dr. Günsel Renda, Elizabeth Rodini adlı bir yazarın Bellini’nin Fatih portresinin izini sürdüğünü ve bir kitap yayınlayacağını söyledi. Kendisine bu hikayeyi anlattım. Elizabeth hanım bununla ilgili çok kapsamlı bir kitap yazdı. Yakında satışı sunulacak. Kurumlar niye sergiler açıyor, niçin kültüre sanata yatırım yapıyor? Yapı Kredi’nin adı bu sergiden 20 yıl sonra böyle bir etkinliği gerçekleştirdiği için kültür sanat dünyasında ciddi hazırlanmış bir kitapla yeniden gündeme gelecek. İyi bir şey yaptığınız zaman dönüyor dolaşıyor size olumlu anlamda geri dönüyor. Kurumsal itibar, bilinilirlik bir takım krediler gibi hususları dikkate aldığımızda bu işin neden önemli olduğunun bir küçük örneğini vermek istedim.
“Bize göre başyapıt olan Bellini’nin Fatih Portresi, National Galery’e gittiğimde bodrumda yüzlerce eser arasında duruyordu. Bize göre müthiş bir eser, başyapıt, onlar için normal bir eser. Onun için bir depoda saklıyorlar. Ama bu eserin Türkiye’ye gelişiyle hemen Yapı Kredi’den sonra bir de Topkapı Sarayı’nda sultan portreleri sergisi olmuştu, İngilizler o kadar memnun oldular ki İstanbul’da Topkapı’da düzenlenecek bir başka sergiye daha ödünç verdiler. Aynı eser yıllar sonra Londra’da düzenlenen “Türkler” sergisinde de yer aldı. Yani bu sergiden sonra tablo çok daha farklı muamele gördü, değeri daha artı diyebilirim. Türkiye’ye etkisi şu oldu, demek ki Türkiye’deki kültür sanat kurumları bu denli kıymetli yapıtların, dönemli sergiler için ödünç verilebileceği bir ülkeymiş Türkiye ve kurumlarıyla da böyleymiş kapısını bu sergi açtı bana göre. Bundan sonra daha sonraları kuruluşuna öncülük ettiğimiz bir takım müzelerde ve galerilerde bu denli başyapıt ve o ayardaki eserleri sergileyebildiysek açılan Belli Fatih Sergisi’nin çok büyük etkisinin olduğu kanaatindeyim.
Bugün Chagal’ı konuşabiliyorsak, Bellini sergisi ile Türkiye’deki kurumların aldığı o kredinin etkisi vardır. Örneğin Antalya Kültür Sanat’ın açılış sergisi “Picasso: Kadın ve Boğa – Doğduğu Evden Gravürler ve Seramikler” için Picasso’nun Malaga’da doğdu evdeki yapıtları Antalya’ya getirdik.
Bu vesileyle ATSO Yönetimi’ne ve ATSO Vakfı’na Antalya Kültür Sanat’a verdikleri katkılardan ve özverili çalışmalardan ötürü sanatsever Özalp Birol olarak teşekkür ediyorum.
Antalya Kültür Sanat’ın bizde özel bir yeri vardır. Çünkü kurucularımız İnan bey, Suna hanım ve İpek hanım, Antalya’ya gönül vermiş insanlardır. Ve AKS’ın kuruluşunda da İnan Kıraç beyin çok ciddi inisiyatifi olmuştur. ATSO Başkanı Davut Çetin ve Yönetim Kurulu üyeleri kültüre sanata düşkün destek veren insanlardır. Bu desteğin Antalya’nın hakettiği itibarı AKS üzerinden edinebilmesi için artarak devam etmesini diliyorum.
- Dünyada Covid 19 sürecinde bütün sergiler, müzeler internet ortamında, üstelik bunlar ücretsiz, her an ulaşılabilir halde. İki şeyi merak ediyoruz. Hakikaten çok geniş kesimlere ulaşabiliyor musunuz? İkincisi şöyle bir gerçek var; müzeler ücretsiz ve evimizde. Bizim için orijinal bir sanat eseri ile karşılaşma ya da o sergiye gitmek o tasarım atmosferini hissetmek oradaki her bir eseri hissetmekle ekranda görmek arasındaki fark önemli. Bu iş böyle giderse, sergiler ve kültür projeleri o zaman da mekandan bağımsız bir kültür ve dünya anlayışı mı konuşacağız?
Bu korona günlerine hazırlıksız yakalanmamamızın altında 10 yıl öncesinden bir takım şeyleri olması gerektiği gibi yapmış olmamız yatar.
Dijital dünyanın dinamiklerini anlamak önemli şüphesiz. Biz bu çalışmaları pandemi geliyor diye yapmamıştık. 2008’den başlayarak vakfın ve işletmenin bünyesinde bir sosyal medya ve buna bağlı paralel eşgüdüm içinde çalışan iletişim birimi oluşturarak, buna uygun arkadaşlarımızı istihdam ettik. Kurulduğumuzdan bu yana görsel yönü kuvvetli, oldukça iyi bir dijital arşiv oluşturmaya çalışmak eldeki koleksiyonlarımızı bir dijital ortama taşımak ve kullanıcının hizmetine sunmak gibi çalışmaları yıllar öncesinden başlattık. Ve bu dönem hasıl olunca bu pandemi dönemi başlayınca bir takım rötuşlar yaparak, örneğin; yazma eserlerde olduğu gibi İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde bu hazineleri küçük küçük ziyarete açmaya başladık.
2012 yılında Google Arts & Culture özel müzeleri de bu sisteme almaya başladığında bu teklife ilk evet diyen, bütün koleksiyonlarından bir seçkiyle katılan ilk özel müze Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’dir. 2012 yılında attığımız bu adımın ne kadar önemli ve değerli olduğunu işte bugünlerde anlıyoruz. Siz bugün Google Arts & Culture yazıp tıkladığınız zaman oraya Pera Müzesi yazdığınızda sergilerimizi anında görme olanağına sahip oluyorsunuz, üç boyutlu olarak gezebiliyorsunuz. Bunlar güzel şeyler. Pandemi döneminde biz bu faaliyetlerimizi devam ettirdik. Nisan ayında yalnızca web sitesi üzerinden 45 bine yakın ziyaretçi bizimle iletişim kurmuş. 6 bine yakın ziyaretçi İstanbul Araştırmaları Enstitüsü web sitesini ziyaret etmiş. Yani biz nisan ayında bu kurumlar üzerinden yalnızca web sitelerimiz üstünden 50 binden fazla insanımızla doğrudan etkileşim sağlamışız. Bir de seçilmiş sergilerimizin yer aldığı Google Arts & Culture bakarsak 28 bin kişi nisan ayında bizi ziyaret etmiş. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü sergilerini 10 binden fazla kişi ziyaret etmiş. Yani sadece Google Arts & Culture üzerinden 38 bin 774 kişinin hayatına dokunmuşuz.
Sosyal medyaya gelince Pera Müzesi olarak twitterda 500 bine yakın, facebookta 120 binin üzerinde, instagramda da 200 binin üzerinde takipçimiz var. Youtube kanal olarak seyredilen bir yer. Orada 8 bine yakın sağlam takipçimiz var. Baktığımızda reklam harcaması yapmadan, yalnızca dijital mecraların üstünden binlerce insanın yaşamına dokunmuşuz.
Etkinliğin doğası dijital ortamda kamuyla buluşmaya el veriyorsa, sorun yok ama hepimiz çok iyi biliyoruz ki, bütün eserler bütün yapıtlar böyle değil. Dolayısıyla bir sanat yapıtıyla eseriyle birebir iletişim ve fiziki ilişki kurmak bambaşka bir şey. İşlerin yapısı dijital ise amenna ama değilse ancak aslını bir ölçüde anımsatacak destek unsurları olarak görüyorum ve bu sistemin sürekli dijitalleşme üstünden yürütülebileceği ve sürdürülebilirliği kanaatinde değilim.
Ama nasıl değilim. Şimdi öyle düşünüyorum ki bu pandemi dönemi aşı ya da ilaç bulunana kadar bizi ciddi bir sıkıntıya sokacak. Ve bir süre sonra hele hele biz Türklerin bu gibi şeylere hemen uyarlama kapasitesi çok yüksektir. Biz bir süre sonra eskisi gibi yüzde yüz olmasa da ona yakın bir düzene tekrar gireceğiz. Bu ne kadar zaman alır? Benim tahminim bir-bir buçuk yıl içinde tekrar eski düzene yakın bir düzene geliriz. Ancak benim korkum yalnız Covid 19 meselesi değil. Bu mikrobiyolojik araştırmalar kontrol edilemediği müddetçe ve insan ırkı sürekli olarak bindiği dalı kestiği müddetçe – çevreyi kirletmek, küresel ısınmayı arttırmak buzulları eritmek orada bir takım bakterileri ortaya çıkarmak ormanları kesmek gibi- zannediyorum ki önümüzdeki yıllarda bizi başka pandemiler bekliyor olacak. Durum böyle olduğunda insanlık kafasını pandemiden kaldıramaz hale gelirse işte o zaman köklü bir model değişikliği ve kaosun oluşturduğu yeni bir düzen ve bu düzene uyum sağlamaya çalışan kurumlar göreceğiz. Bu yalnız kültür ve sanat camiasından olmayacak. Endüstri, tarım, bankacılık, finans, para olgusu vs. her şey buna kendisini uyarlamak durumunda kalacak. Pandemiler bu şekilde sürerse bu kadar köktenci bir değişime gideriz ama eğer bu örnekten yeteri kadar ders alıp bir takım şeylere daha duyarlı olursak sürekli silah üreteceğimize sürekli çevreyi kirleteceğimize sürekli betona yatırım yapacağımıza, akla bilime sanata yatırım yaparsak o zaman hala dünyayı ve kendimizi kurtarmak için şansımız var düşüncesindeyim.
- Gençlerin müzelere olan ilgisi nasıl? Bu süreç ve teknolojik gelişmeler göz önüne alındığında sanatseverleri nasıl bir gelecek bekliyor?
Gençlerin hayata bakışları bizim kuşağımızdan farklı. Ama ben çok şanslıyım, çünkü yönetiminde olduğum kadroda pırıl pırıl genç insanlarla çalışıyorum. Dolayısıyla farklı kuşakların gereksinimleri nedir, ne isterler, nelere duyarlıdırlar, nasıl çalışırlar bunları iyi bildiğimi sanıyorum. Pırıl pırıl bir kuşak olduğunu, söylendiği gibi vurdumduymaz olmadıklarını, memleket meseleleri hakkında bir takım düşünceleri olduğunu, özellikle konfor alanlarına ama bunu lüks yaşam anlamından söylemiyorum, arzu ettikleri gibi yaşayabilmek anlamında söylüyorum, bu alanlara dokunulduğunda sert tepkiler veren, fazla politik olma gereği duymadan söyleyeceğini doğrudan söyleyen, bu yüzden zaman zaman züccaciye dükkanına girmiş fil izlenimi de uyandıran insanlar da var içlerinde. Ama siz onların ne kadar samimi ve içten olduklarını anlarsanız o zaman bu tür şeyler sizi rahatsız etmez.
Diğer taraftan bugünkü düzende büyük bir değişiklik olmadığı takdirde sergi gezenler, sergi gezmeye işte biraz ellerini dezenfekte edip, maske takarak, gözlük siperlik takarak, belki ilgili kültür sanat kurumları havalandırma sistemlerini antibakteriyel antiviral bir takım enstrümanlarla tamamlayarak insanları rahatlatacaklar belki. Şu anda bu konuda da teknik çalışmalar yapılıyor. Kendilerine daha güvenli bir ortamda hissettiklerinde eskiye yakın bir sürecin tekrar içinde olabiliriz. Yeter ki bu pandimeleri ve bağlı bir takım sorunlara sürekli davetiye çıkarmayalım insanoğlu olarak.
Diğer taraftan bu jenerasyon 20-30 arası teknolojiyi peynir ekmek gibi kullanan günlük yaşamlarının parçası haline getirmiş içselleştirmiş insanlar çoğunlukla. Dolayısıyla internet üzerinden bir takım sergi alanlarını ziyaret etmek onları çok rahatsız etmiyor. Ama onlar da eminim fiziksel birlikteliğin etkileşimini ve tadını aldığında dijital onlar için biraz yavan kalabilecektir. Şüphesiz çok önemli ve kapsayıcı bir unsurdu.
Ben 60 yaşına giriyorum, neden tarih ve sanat tarihini saman baskılı kötü basılmış kitaplardan izlemek zorunda kaldım. Başyapıt ya da benzeri bir takım eserleri 30’lu yaşlarımızdan 40’lı yaşlarımızdan sonra gördük. Picasso, Matisse, Miro bunlar hayaldi. Dijital olanaklar size pırıl pırıl yapıtları görsel çok nitelikli görseller üstünde sanal olarak deneyimleme olanağı veriyor. Gerçeğinin yerini tutmaz ama yine de kötü baskılı saman kağıdına basılı bir eseri görmekten çok daha iyidir. Milyon kere daha iyidir. O yüzden dijital çözümlere karşı değilim ama aslının yerini de tutacağı kanaatinde değilim. Yarın öbür gün dünya bu pandemiden çevre sorunlarından ötürü çok ciddi köktenci bir değişikliğe uğrar da insanlar dışarı çıkamaz hale gelirlerse o zaman kapandıkları yerlerinden son derece dijital çözümlerle ağırlıklı kalırlarsa inşallah olmaz, bu otomatik olarak gelecektir zaten, sanat bir şekilde yolunu bulur. Sanatçı da yolunu bulur, özgürdür o anlamda. Bunu zaman gösterecek.
M. Özalp Birol Kimdir?
M. Özalp Birol (İstanbul,1961): 1983′te Boğaziçi Üniversitesi Yöneticilik (Satış ve Pazarlama) Bölümü’nü bitirdi. 1985-1994 arasında Unilever, Nestlé grup şirketlerinde ve Turcas Petrolcülük A.Ş.’de marka yöneticiliğinden satış ve pazarlama müdürlüğüne uzanan çeşitli pozisyonlarda görev yaptı. 1994-2001 arasında “Yapı ve Kredi Bankası A.Ş. Reklam, Halkla İlişkiler, Kültür ve Sanat Bölüm Başkanlığı / Yöneticiliği”, “Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.Ş. Genel Müdürlüğü ve Yönetim Kurulu Üyeliği” ve “Yapı Kredi Kurumsal İletişim Direktörlüğü” görevlerinde bulundu. 2001-2004 yılları arasında Koç Topluluğu bünyesinde “Koç Kültür Sanat ve İletişim Hizmetleri A.Ş. Genel Müdürü ve Yönetim Kurulu Üyesi” ve Koç Finansal Hizmetler A.Ş. “Kurumsal İletişim Direktörü” olarak çalıştı. 2004’ten bu yana “Suna ve İnan Kıraç Vakfı Kültür ve Sanat İşletmesi Genel Müdürü” olarak Pera Müzesi ve İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün yanı sıra, kurucu ailenin ve vakfın kültür-sanat alanındaki girişimlerini yönetiyor. 2017 ve 2019 Venedik Bienalleri Uluslararası Sanat Sergilerinde Türkiye Pavyonu’nun Danışma Kurulu Üyesi olan Özalp Birol, 2021 Venedik Bienali 59. Uluslararası Sanat Sergisinde de Türkiye Pavyonu’nun Danışma Kurulu Üyesi olarak görev yapıyor. Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı, Cumhuriyet Vakfı, Galatasaray Üniversitesi Barış için Müzik Vakfı, İstanbul Rotary Kulübü ve Altınyurt Spor Kulübü’nde yönetim kurulları ile çeşitli kurul ve komitelerde çalışıyor. 2014 yılında Polonya Devlet Başkanlığı tarafından verilen Polonya Cumhuriyeti Üstün Hizmet Liyakat Nişanı’nı alan Birol, piyanist, akademisyen Prof. Dr. Mehveş Emeç Birol’la evli, 17 yaşında bir kızı var.
Söyleşiyi izlemek için; https://www.youtube.com/watch?v=xdXMLCmeoLc