“Turizmde Doğa Farkındalığı” adlı çalışması ile ATSO KÖK Ödülleri’nde “Çevre” kategorisinde birincilik kazanan Hüseyin Çağlar İnce, sorularımızı yanıtladı.
Anadolu’nun doğal ve kültürel değerler bakımından dünyanın en zengin coğrafyası olduğunu vurgulayan İnce, “Kendi coğrafyamızdan beslenerek yaptığımız her çalışma özgün bir projeye dönüşür. Çünkü üzerinde yaşadığımız coğrafyanın doğal ve kültürel değerleri dünyanın hiç bir yerinde yok. Ülkemizi dünya çapına taşıyan eserlere baktığınızda bunu çok net görebilirsiniz. O eserler hep Anadolu’dan beslenmiştir” ifadesini kullandı.
- Hüseyin Çağlar İnce kimdir? Kendinizden bahseder misiniz?
Antalya’da Yörük kökenli bir ailenin çocuğuyum. Çocukluğumun bir kısmı Babamın mesleği sayesinde ülkemizin farklı doğal alanlarında geçti. İlk-Orta-Lise öğrenimini Antalya’da tamamladım. Çocukluğum, yaşadığımızı coğrafyada geçen hikayeler, o hikayelerde geçen doğa tasvirleri ile geçti. Dedem, babaannem, anneannem Yörük yaşamını doğrudan yaşayan bir kişiler. Sanırım ileri yaşlarımda doğa farkındalığımı, doğaya olan merakımı tetikleyen ana unsurlar bunlar.
Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümünü okurken Bülent Ecevit’in Başbakanlığı döneminde açılan “Gençlik Kampları” sayesinde ülkemizde görmediğim doğal alanlarını ve üzerinde yaşayan kültürleri keşfetme fırsatı buldum. Sonrasında kurduğumuz Kuş Gözlem Topluluğu ile hayatımın bambaşka bir yola girdi. O zamandan yani 2005 yılından bu yana Türkiye doğasının ve Türkiye’nin biyokültürel zenginliği konusunda birbirinden farklı ama birbirinin parçası olan çalışmalar yapmaktayım. Bu kapsamda doğa koruma projeleri, dergi editörlükleri, TV programları, kitaplar, belgeseller, biyokültürel eksende derlemeler yaptım. 2017 yılından itibaren bu çalışmalarımı “Sosyal Girişimcilik” iş modeli üzerinden “Turizm” ve “Eğitim” konularına yoğunlaştırdım. Burada “Biyokültürel Zenginliğimiz” temelinde yaşadığımız kıymetli coğrafyanın doğal ve kültürel değerleri ile doğrudan etkileşim kurmayı hedefledim. Doğadabuan bu anlamda hem çalışmalarıma hem de bu çalışmaların ana ekseninde yer alan “DOĞADABUAN / Doğa Gözlemine Başlama Rehberi” kitabına isim oldu.
- ATSO KÖK Ödülleri’nde “Çevre” kategorisinde birincilik kazanan “Turizmde Doğa Farkındalığı” adlı çalışmanız hakkında bilgi verir misiniz?
Öncelikle burada benzersiz özelliklere sahip Antalya’nın muhteşem doğasından bahsetmemiz gerekiyor. Antalya, Avrupa ve Türkiye’nin en önemli doğal alanlarına sahip bir bölgede yer alıyor. Yeryüzünde sadece Antalya’daki doğal yaşam alanlarını tercih eden, sayıları yüzlerle ifade edilen canlı türü burada yaşıyor. Bununla birlikte, nesli tehlike altında olan onlarca canlı türü yine bu coğrafyada hayat buluyor. Antalya’da ki turizm tesislerine baktığımızda hemen hepsi ya bu doğal alanların içinde ya da yanında yer alıyor. Turizmin geçmiş yıllarda oldukça plansız bir şekilde büyümesinin bu doğal alanlara oldukça zarar verdiğini görüyoruz. Aslında bu doğal alanlar turizmin ortaya çıkmasındaki en önemli sebeplerden bir tanesi. Antik kentlerin dahi burada olma sebebi bu muhteşem doğa. İşte bu noktada ülke turizminin bu muhteşem doğa ile pozitif bir ilişkide olması gerektiğini düşündüm. Doğa ile doğru bir iletişim kurmak ve onun değerlerini koruyarak turizm değeri haline getirmek, özgün bir turizm anlayışı oluşturacağını düşündüm.
Bu nedenle “Turizmde Doğa Farkındalığı” çalışmaları kapsamında turizmcilerin bu muhteşem doğayı tanıması ve koruması, doğadan ilham alarak çalışmalarını geliştirmesini amaçladım. Burada turizmcilerle yaptığımız inovatif çalışmalarla doğa temelinde birbirinden farklı ilgili turist grupları hedefledim. Turistlerin (misafirlerin) ilgisine yönelik yazılı, görsel materyaller ile interaktif ve deneyim içeren çalışmalar geliştirilerek uygulamaya başladık. Otellerin bahçelerini ve etrafında bulunan doğal alanları, burada yaşayan önemli canlı türlerini anlatan kitapçıklar, video filmler, mini kulüpte bu doğayı keşfedici çalışmalar, otellerin marka değerlerine için bu coğrafyadan beslenen çalışmalar yaptık. Tüm bu çalışmalar neticesinde yaşadıkları doğayı bilen ve farkında olan, aynı zamanda onun değerlerinden sürdürülebilir turizm anlayışı içinde fayda sağlayan bir turizm sektörü hedefledik.
- ATSO KÖK Ödülü’nü kazandığınızı öğrendiğinizde neler hissettiniz?
Tabii ki çok mutlu oldum. Benim ve ailem için müthiş gurur verici bir durum. ATSO gibi kente değer katan projelere imza atan ve kentte her geçen gün saygınlığı artan bir kurumdan bu ödülü almak gerçekten çok kıymetli. Bununla birlikte farklı alanlarda çalışmalar yapan insanları yüreklendiren, en önemlisi ise onların yalnız olmadığını, koskoca bir kentin onların yanında olduğunu hissettiren bir ödül bu.
- Ödül alan çalışmanızın adı “Turizmde Doğa Farkındalığı” ama diğer sektörler bu konuda ne durumda? Örneğin; tarımda, turizmde, inşaat sektörlerinde doğa farkındalığı konusunda ne durumdayız?
Açıkçası mevcut durum için doğa açısından endişe verici bile diyemiyoruz. O kadar kötü bir durum. Bir yandan iklim değişikliği beklenenden çok hızlı bir şekilde başladı, diğer yandan biz doğal kaynaklarımızı yok ediyoruz. Bu anlamda her sektörün yaşadıkları coğrafyanın kıymetini anlamaları ve doğa ile yeniden iletişime geçesi gerektiğini düşünüyorum. Tüm sektörler varlığını bu doğaya borçlu. Örneğin Antalya tarımını çölde yapabilir misiniz? Peki, nehirler olmasa verimli tarım arazileri oluşabilir miydi? Şimdi bu nehirleri kanallara hapsedip binlerce yıldır taşkınlar yaparak ovaları bereketlendiren, yer altı sularını besleyen nehirleri ve taşıdıkları alüvyonları, vatan toprağınız denize boşa akıtıyoruz. Nehirlerin denize döküldükleri yerde bulunan sulak alanlar ve besledikleri yer altı su kaynakları da sadece tarım değil, hayvancılık (besi hayvanı ve balıkçılık) ve birçok sanayi koluna da katkı sunuyor.
Diğer taraftan doğal zenginliklerimiz her sektör için bize özgü marka değeri üretimi için de çok kıymetlidir. EXPO 2016’nın da ana konsepti için yer alan endemik bitki zenginliğimize ülkemiz ölçeğinde bakarsak 3 binin üzerinde bitki türüne ulaşabiliriz. Bu sayının büyüklüğü açısından bir oranlama yapmak gerekirse İsviçre’de bu sayı “1” dir. Doğa turizmi ile meşhur İsviçre’de bu tek nadide çiçeğin ismi bir markadır; Grengiols Lalesi (Tulipa grengiolensis).
İsviçre’nin gayri resmi ulusal marka çiçeği “Edelweiss” çiçeği Alp Dağları’nın kraliçesi olarak adlandırılır. Edelweiss çiçeği, tebrik kartlarına, hediyelik eşyalarda, tişörtlerde yer alıyor. İsviçre’nin resmi turizm örgütü de bu çiçeği sembol olarak seçmiş ve İsviçre bayrağı ile birlikte tanıtım logosu olarak kullanıyor. Bazı turizm tesisleri de bu ismi almış; Hotel Edelwiss, Silencehotel Edelweiss. Hatta bir İsviçre havayolu şirketi de bu bitkinin adını kullanıyor. Ayrıca dünyaca ünlü Lindt çikolata firması bu çiçeği çikolata paketlerine amblem olarak koymaktadır.
Bizim doğal zenginliğimize baktığımızda “bize özgün” oldukça zengin bir “Doğal Marka” havuzu ortaya çıkıyor. Bu marka havuzu ile bir tesise özgün birçok pazarlama argümanı geliştirilebilir.
- ATSO Vakfı’nın desteğiyle gerçekleşen “Mitolojik Ağaçlar Projesi” hakkında bilgi verir misiniz?
Ağaçların mitolojik hikayeleri tüm dünya kültürlerinin ortak bir paydasıdır. Son yılların meşhur dizisi “Game Of Thrones” dahil olmak üzere dünya çapında ilgi gören birçok fantastik film ve kitap ağaçların toplumda gördüğü bu değerden beslenerek ilham aldığını görüyoruz. Burada yine Antalya’nın önemli bir özelliği ortaya çıkıyor. Burada tarih boyunca birçok uygarlığa onlarca antik kente ev sahipliği yapmış bir bölge ve insanların içinde yaşadığı müthiş bir doğa var. Bu mitolojik hikâyelerde geçen kentleri, ağaçları hatta dağları bu coğrafyada görebiliyoruz. Öyle bir doğal mekân ruhu var ki burada Likya Yolu’nda bu bilinçle yürüdüğünüzde sanki zamansız bir evren hissediyorsunuz. Mitolojik Ağaçlar Projesi işte bu değeri Antalya’nın bir marka değeri olarak değerlendirmesi için hazırlandı. Bu proje için belirlenen 10 ağaç türünün mitolojik hikayesi derlenerek dijital bir içerik haline getirildi.
- Türkiye’nin biyolojik ve kültürel çeşitliliğinin tanıtılması ve korunması için birçok projede çalıştınız. Ne tür tepkilerle karşılaşıyorsunuz?
Bu çalışmalar sayesinde ülkemiz doğası ve insanları ile gerçek bir tanışma şansına sahip olduğumu düşünüyorum. Bu somut olarak anlatamayacağımız çok kıymetli bir değer. Bu değeri ne kadar hissettirebilirsek, ne kadar insan farkına varabilirse o kadar anlamlı bir geri dönüş oluyor. Fakat bazı gerçekler gerçekten zorlayıcı oluyor. Örneğin, şehirde doğup büyüyen bir insana doğayı anlatmak çok zor. Koku duyusuna olmayan birisine portakal çiçeğinin kokusunu anlatamamak gibi bir durum. Bir insan, çocukluğundan beri doğada sadece mangal için bulunduysa doğa onun için mangaldır. Ama çocukluğunda doğada bir zaman geçirmiş, onunla etkileşim içinde birisi için doğanın yeri çok daha başkadır.
- “Doğadabuan: Doğa Gözlemine Başlama Rehberi” isimli kitabınız büyük ilgi çekti. Kitabınızdan bahseder misiniz?
Doğadabuan, doğaya çıkan bir aile doğada ne yapacağını bilmediği andan onlara doğa ile bir tanışma rehberi olarak hazırlandı. İçinde çok büyük bir emek olan bir kitap. Türkiye’nin alanında kıymetli çalışmaları olan bilim insanları, doğa fotoğrafçılarının katkılarıyla hazırladığımız bir kitap bu. Ülkemizde yaşayan 80 bin canlı türü için en yaygın görülebilecek 220 canlı türünü halk kültüründe ve mitolojide ki hikâyelerine de dikkat çekecek şekilde hazırladık.
- Son olarak anne – babalara, eğitimcilere, gençlere, iş insanlarına ne söylersiniz?
Ahmed Arif’in meşhur şiirine isim olan “Anadoluyum Ben Tanıyor musun?” sorusunun yanıtını sürekli aramamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu sorunun yanıtı bizi kendimizi keşfetmeye götürecek. Biz ne kadar kendimizi ve yaşadığımız coğrafyayı tanırsak o kadar özgün çalışmalar üretebiliriz. Vatanseverlik kavramı da bence burada yatıyor. Tanımadığın vatanı, tanımadığın kendini sevemezsin. Bu durumu biraz daha detaylı açıklayabilirim:
Kültür, doğa ile insanın bağı sonucu ortaya çıkan bir üründür. Bu nedenle farklı coğrafyalarda farklı doğal yaşam sistemleri ve farklı kültürler yer alır. Bu farklılıklar, tarihin her döneminde insanlar için özgün değerler yaratırken insanların yaşadıkları coğrafyaya ve hayata tutundukları zeminleri oluşturmuştur.
Şu anda “Modern” diye adlandırdığımız zaman diliminde bu zemin ile bağımız kopma noktasına geldi. Doğadan, dolayısıyla, coğrafyadan ve mevcut kültürel değerlerimizden uzaklaşmamız neticesinde kültürel üretimimiz de çok yavaşladı. Günümüzün mevcut ekonomik düzeni, yaşam biçimimizin doğadan, coğrafyadan beslenememesi kültürel üretimimizi de olumsuz etkiledi.
Yurt dışından getirdiğimiz eğitim modelleri, iş modelleri, üretim modelleri; kopyaladığımız marka çalışmaları hiçbir zaman özgün olamaz. Bizim mayamız bu topraklarda ve bu topraklardan mayalanan işler her zaman özgündür. Kendi coğrafyamızdan beslenerek yaptığımız her çalışma özgün bir projeye dönüşür. Çünkü üzerinde yaşadığımız coğrafyanın doğal ve kültürel değerleri dünyanın hiç bir yerinde yok. Ülkemizi dünya çapına taşıyan eserlere baktığınızda bunu çok net görebilirsiniz. O eserler hep Anadolu’dan beslenmiştir.
Bu durumu en net televizyon programlarıyla görebiliriz. Yurt dışından getirilen (kopyalanan) ve izlenme rekorları kıran yarışma programları ve diziler var. Bu programlar ülkemizi uluslararası alanda temsil edebilir mi? Bu iş modelinde başka ülkede geliştirilen bir sistemin bayisiyiz sadece. Fakat bu toprakların değerleriyle yola çıkıp özgün bir ürün üretildiğinde, bu ürün dünya çapında iş yapan bir ürün olabilir. Beğenmediğimiz Türk dizileri bile dünya çapında büyük işler yapıyor. Hatta daha eskisinde, bu dizilerden çok daha kaliteli olan Yeşilçam’ın kendi kültürümüzden tam beslendiği zamanlarda ürettiği filmler, kaç kuşaktır bizlere aynı hissi vermeye devam ediyor.
Bu coğrafyadan ilham almak bütün sektörler için geçerlidir. Örneğin, Muğla bölgesinde sağlık turizmi yapacaksanız, modern tıbbın temelini oluşturan Hipokrat’ın şifa dağıttığı topraklara insanları davet edebilirsiniz. Markanızı böyle konumlandırdığınızda özgünleşir ve taklitsiz olursunuz. Tıpkı Mısır Piramidleri gibi dünyanın başka yerinde olmayan bir değer haline gelebilirsiniz.
Bazı fabrikalarda Japonya’dan getirilen ve tamamen onların kendi kültürlerine ve sade yaşamına uygun hazırlanmış üretim modeli uygulanıyor. Kendimizi ve iş yapış şeklimizi iyi tanıyıp kendi üretim modelimizi oluştursak verim de, mutlu çalışanlarımızın sayısı da artabilir.